Türkçe Makaleler

KODLU YAŞAM: “NİŞANCI”

Metin Aktaş’ın “Nişancı” romanı üzerine bir deneme
 

“Defterdekileri sen mi yazdın?”
 

“Evet dostum. Ben yazdım.
 

“Sen Şeyh Sait’in milisi miydin?”
 

“Evet başından sonuna kadar ayaklanmanın içindeydim”
 

“Senin adın Şeyhmus değil mi?”
 
“Değil”
 

“Peki nedir gerçek adın? Bu şehre niye geldin?
 

“Birini Öldürmek için geldim.”
 
“Kimi?
 
“Binbaşı Kasım’ı”
 
“Binbaşı Kasım kim?”
 

“Azadi Örgütü’nün kurucusu Albay Halit Bey ve arkadaşlarını ihbar eden ve Şeyh Sait’i tuzağa düşürerek yakalatan hain! Halit Bey’in damadı ve Şeyh Sait’in bacanağı.”
 
 

Yukarıdaki diyaloglar “Metin Aktaş’ın yazdığı romanın giriş kısmından alınmıştır. Yaşamı kod adının şifresinde gizli olan bir kahramandır Şeyhmus. Dahil olduğu yatağından sessizce ayrılıp sürekli akan bir akarsu misali… öylece akıp adı sanı konmamış vadilerden sonsuzluğa doğru yürüyen ırmaklar misalidir “Şeyhmus” kod.
 

Bir tek Şeyhmus kodu ile ile kalsa iyidir. İlerleyen bölümlerde Asıl adının Cem olduğunu, daha sonra katıldığı Şeyh Sait savaşında, Şeyh Sait tarafından kendisine “Emin” kod ismi verildiğini ve Şeyh Sait’in çok yakınında yer aldığını öğrenmekteyiz.
 

Romanın ilk üç-beş sayfasını okurken, 1980 öncesi Elazığ’ının o hengameli günlerinde sebze halinde başlayan bir sağ-sol kavgası bizi aniden tarihin derinliklerine alıp götürüyor. Artık elimizde olmadan romanın o akıcı, heyecanlı ve zaman zaman gerilimin dozunun doruğa ulaştığı o manzaralarından gözlerimizi alabilmemiz mümkün olmuyor..
 

Adeta bir dehşet filminde hissettim kendimi. Uzun, upuzun bir gerilim filmi. Kürdistan’ın o zamanki vahşi ormanları, -Henüz yakılmamışlardı- ormanlarda bin bir çeşit hayvan. Türlü türlü mis kokan yabani otlar ve yağan yağmurlar…aralıksız, günlerce yağan yağmur…aysız gecelerin zifiri karanlığında sessizliği bozan köpek sesleri…uluyan kurt ve çakallar…kar fırtınaları…tipiler… yalnızlık ve kimi zaman onulmaz çaresiz, durumlar. Tüm dikkatinizle o anları duyumsarken bezen kopan fırtınaların uğultusunu ve o korkunç manzaradan dehşete düşüyor; bazen de “Emin”in başına gelecekler için heyecanlanıyorsunuz.
 
 
 
 Ve tabi savaş!
 

Palu, Varto ve Hani ve civarının kışın donduruculuğunun son demlerini yaşadığı bir vaktinde başlayan savaş, baharın bereketli kucağında sürüp gider. Tabiat, ihanet ve gayri adil darbeleri ile “insan”ı özünden boşaltıp bir “canavar”a dönüştürdüğü o korkunç vuruşma sahnelerinde bile tüm ihtişamını gözler önüne serer. Kengerler, kelebekler, kuş yuvaları, arılar ve meleyen kuzular…Bir de Aşk! Savaşın tam orta yerine bir bomba gibi düşen henüz kendisi iken, savaşın tahripkar vuruşları ile yüreği ve beyni sarsılmadan; yani gerçek kimliği ile, Cem iken Zel ile Emin’in diğer adıyla Şeyhmus’un aşkı. Zel’in Şeyh Sait hareketinden sonra cezaevine düşen milis Emin’e vefakarlık örneği sergileyerek mahkeme ve cezaevleri kapılarında saçını süpürge etmesi. 
 
 

Romanın asıl irdelediği korkunç gerçek; savaş! Tüm acımasızlığı, yalınlığı ve o afat gerçekliği ile. Önümüzde duruyor. Çırılçıplak. Ölmeye ve öldürmeye amade yiğitler. Osmanlı’nın enkazı üstüne şekillenen Jöntürk mirası genç cumhuriyetin jakoben iktidarı, iktidarın çelik pençeli neferleri ve ulusal hakları için el yordamıyla siyaset sahnesine adım atan, yüreğini avucuna, kellesini koltuğuna alarak baltası, küreği ve hançerleriyle mitralyözlerin üstüne yürüyen yoksul köylü Kürtler, tek tük Kürt aydınları ve başı dik ölüme yürüyerek ipi boyunlarına geçiren başkaldırının önderleri. Ve zulüm… şairin deyişiyle “Elleriyle kapamıştı yüzünü..”
 

Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” ne oluyor ki burada okuduklarımızın yanında. Gerçi zulmün, işkencenin ve yoksulluğun derecesi sorulmaz amma ve lakin roman “Bu kadarı da olmaz!” dedirtiyor adama.
 
 

Trajedi sahneleri içinde başka trajediler…halka halka dehşet manzaraları. yıkım.. gözyaşı.. zulüm… Slogan ve hamaset üslubundan uzak kalınarak o günkü tarihsel vaka efsanevi bir dille ete kemiğe büründürülüyor.
 

Öyle ki insan gam ve kahrın içinde gark oluyor. Ve hemen aklımıza peşi süre düşen sorular… sorular… düzinelerce soru: “Sahiden bu toplum en son ne zaman kendisi ile yüzleşti ki? Acaba bu savaşın galipleri ve mağlupları nerelerdeler şimdi? Çocuklarına ne anlattılar sahi. Babalarının kahramanlık madalyalarıyla övünen oldu mu? Yada Almanların Yahudi katliamında duydukları hislerin benzerini yaşayan var mı? O travmayı yaşayan kuşaklar nasıl bir nesil devrettiler günümüze?
 

Ve bizler, o feleğin dehşetengiz çemberinden kıvrıla kıvrıla, hatıra torbalarında ve yüreklerinin kuytularında sakladıkları sırları ve suretlerindeki o ne etseler saklanamaz acılarıyla gelenlerden; kimliğimizin ve kişiliğimizin örgü taşlarına neler nakşedildi. Bize kalan ne? Bugünkü biz olan, bizi biz yapan parçalı ve tamamlanmamış hayatlarımız; renginin kaçta kaçını yaşamlarının savaştan artanını bir gölge gibi yaşayan dedelerimizden miras aldı? Ve daha bir yığın soru romanın son sayfasına kadar peşinizi bırakmıyor.
 

Romanın tekniğinin tahlili, Şeyh Sait savaşının tarihsel ve siyasal değerlendirmesi orda kalsın; son zamanlarda okuduğum romanların içerisinde beni en çok saran, sarsan ve tarih sevgisini veren “Nişancı” Metin Aktaş’ın altıncı roman olduğunu öğrenmiş de oldum aynı zamanda. Metin Aktaş’ın Dersimli oluşu, romana izah edemediğim bir şeyler katıyor; nasıl desem… hani sanki bir gizem, bir farklılık v.s
 

Ama maalesef tanınan ve belki de çok okunan bir yazar değil. Bunun üzerine de kafa yordum. Niye böyle diye. Popüler kültürün beyinlere püskürtüldüğü çağımızda bir çok yazarın sorunudur. Çünkü reklam ve pazarlama, sanat eserlerinin okura ulaşması sorunu sanatçının önündeki handikaplardır. Ama bunun daha beteri de var. Türkiye’de eğer resmi görüş ile cepheden hesaplaşan bir eser yaratmışsınız ve Kürt iseniz, üstelik Kürtlük dünyasında egemen olan herhangi bir siyasal akımın taraftarı da değilseniz işiniz daha da zor.
 

 Gerçi maalesef roman Kürtçe yazılmamış. Gönül isterdi ki olay kahramanları kendi dilleri ile romanda seven, sevişen, savaşan, ağlayan, gülen ve korkan hallerini kendi dilleri ile yansıtabilsinler. Ama şu da bir geçek ki eğer roman Kürtçe yazılsaydı Türkiye’de romanı okuyanların sayısı 100-150 kişiyi asla geçemezdi. Bu da başka bir acı gerçek.
 

Bir de umutlardan söz etmek lazım. Sanırım Metin Aktaş’ın romanı gelecekte mutlaka hak ettiği yeri bulacaktır Öyle umuyorum ki bu roman gelecekte Kürdistan Federal Bölgesinde Kürtçe’ye çevrilir. Hatta filminin yapılacağını şu an hisseder gibi oluyorum.
 

Bu tür romanları her yayınevi yayınlamaz. Külfet ve risk gerektirir. Hem ekonomik açıdan hem de cezai müeyyide açısından her yayınevi göze almaz. Ayrıca bir çok Türkiyeli veya Kürt yayınevleri de siyasi duruşları gereği, böyle dik duruşlu bir eseri basmazlar maalesef. Bundan ötürü sanırım Doz Yayınevine de okur olarak bir teşekkür borcumuz var.
 

Hasan Kaya-İstanbul