Türkçe Makaleler

YARALI KİMLİK YARALI ÜLKE
Taraf Gazetesi, 18.03.2010



Bizi biz eden çocukluk yıllarımızdır. O yıllarda kimliğimiz ve kişiliğimiz şekillendi.

Yani biz dünün ürünüyüz, bugün elbette bizi olgunlaştırmakta, değişim ve dönüşüm devam etmektedir. Ama dün artık damgasını vurmuştur yazgımıza, bir başka biz olamayız. “Dünkü biz”, zenginleşerek, özünü koruyarak varlığını sürdürecektir.
Bugünlere nasıl geldik?

Bizler çocukluk yıllarımızdan başlamak üzere ileri, çağdaş değerleri örnek aldık. Bu amaca ve içeriğe sahip müzikler dinledik, romanlar, şiirler, denemeler okuduk. Bilimi önemsedik. Güzel insanları, tarihsel değeri olan sanatçıları, aydınları, yazarları sevdik, araştırdık, izledik.
Benim içimde olduğum kesim “Devrimcilik” ‘i “Kürt” sosuna buladı “Kürt Solu” kervanına daha çocukluk yıllarında devam etti.

Nazım Hikmetin şiirlerini ezberledik, Ruhi Su’yu huşu ile dinledik, Yaşar Kemal’e özendik. Tabi bir yandan da Cegerxwîn’i, Mihemed Şêxo’yu, Şivan’ı severek okuduk, dinledik.

Dünya Klasiklerini, dünya devrim tarihini heyecanla okuduk.

Dünyayı tanıdıkça kendimize yöneldik, kimliğimizin bilincine vardık. Çoğumuz Türkçeyi sonradan öğrenmiştik, annemizden öğrendiğimiz dil Kürtçeydi.

Aynı ilçede yaşayan komşu, hısım, akraba ve hemşeriler çeşit çeşit tandansta siyasal akımların etkisine girerek, hasbelkader veya değişik sosyolojik sebeplerden dolayı yıl 1980’e evirilmek üzereyken ve biz henüz bıyıkları yeni terlemişken birer “Mahalle”lere, “Kamplara” ve “Mevzilere ayrıldık.  Aynı harmanın mahsulü olan bizler, kimimiz “Kürt Sol”u olduk, kimimiz “Türk Sol”u olduk, kimimiz “Kürt İslamcı”sı, kimimiz “Milli Görüş”çü, olduk.

Aslında o kampa değil bir başka kampa da rahatlıkla dahil olabilirdik. Nitekim o zamanki biz çocukluk arkadaşları otuzdan fazla Sol, Kürt sol ve İslami akımın etkisine girdik. O dönemki kuşağımız veya ağabeylerimiz yada ağabeylerimizin ağabeyleri  bugün Kürtler adına veya “İslam” adına hala  iddialı bir şekilde siyaset yapmaktalar.
Velhasıl geldik bugüne!

TOPLUMUN ÇİMENTOSU: ÖNCE İNSAN OLMAK

Kendi adıma söyleyecek olursam, işin doğrusu yaşadıklarım, okuduklarım, dinlediklerim, tecrübelerim, tanıklıklarım beni çok sade bir gerçeğe ulaştırdı: Aşık Veysel’in saz çalma ile ilgili anekdotu!

Derler ki, bir gün üstada demişler ki herkes saz çalarken parmaklarını ileri geri oynatır, seninkiler neden sabit durur? Üstat , “Herkes benim bulduğum şu noktayı arıyor da” demiş.
Sade gerçeğe geleyim hemen: İnsan Olmak.

Kürt olmadan, Türk olmadan, Müslüman olmadan, sağ olmadan, sol olmadan ve daha bir çok şey olmadan önce insan olmayı becermek lazım.

Her ne olunacaksa önce insan olmak bizim Türkiye Cumhuriyeti Anayasamızın en ortak, en temel ve en bağlayıcı madde. Yani toplumumuzun “Çimento”su.

NEDEN BU NOKTADAYIM

Kendime sorguluyorum: Neden şu an olduğum noktadayım. Soruların ardı arkası kesilmiyor. Vicdanım büyük bir mahkemeye dönüştürmüş durumdayım. Bu mahkemeden hep tek ses haykırmakta. İnsan olduğun için, insana değer verdiğin için buradasın.

Biliyorum,  daha ilk gençlik yıllarında bir kampa dahil olurken,  samimi ve insan sevgisine dayalı duygularla dahil olmuştum. Ve adım gibi eminim diğer kampa dahil olan arkadaşlarım da aynı duygu ve düşüncelerle farklı  “Mahalle”lerde yer almışlardı.
Yani durduğum yerden memnunum. Vicdanım çok rahat, hatta durduğum yerden o kadar memnun ve mesudum ki; Allah korusun, ya kazara bugün Statükocuların, Darbecilerin, faşizm kokan sol boyalı Kürt siyasetçilerinin yanında dursaydım!

Ben Ahmet Altan’ın sesini, o güzel ilk gençlik  yıllarımda huşu ile dinlediğim Ruhi Su’nun “Bu Nasıl İstanbul” şarkısı kadar seviyorum. Ben Mümtazer Türköne’nin ve Doğu Ergil”in lafzını Hozan Şıvan’ın “Ey Heval Robson-Ey Robson Yoldaş” şarkısı kadar insancıl buluyorum.

Irkçıların, savaş kışkırtıcılarının, felaket bezirganlarının sesi bir zamanlar bizi ürküten, bize korkunç gelen, tüm Türkiye’de , özellikle de Doğu ve Güneydoğu’da kabusa dönüşen ölümün sesini anımsatıyor. O sesin içinde hapsoluyorum. Dipsiz bir kuyuyu anımsatıyor öngörüleri, sloganları ve argümanları...

Günümüz siyaset sahnesinde halk adına siyaset yapan ve aşırı bencil bir konsepte ayarlı olduğu gizlenmeyen  aktörlerin sesi;  cuntacıların, darbecilerin ve Türkiye’yi gerilere doğru götürmek isteyenlerin  teksesli  korosunda  kötü bir vokaldir.

SİSTEMLERE KURBAN EDİLDİK

Kimine göre İttihat ve Terakkiden beri, kimine göre 1960’tan beri, kimine göreyse 1980’den beri ülkemiz, toplumumuz, bütün örgütler, bireyler ve hepimiz dünya kapital sisteminin paylaşım masasında planlara, projelere, paktlara ve bilcümle toplumsal mühendislik çalışmalarına kurban edildik.
Yüz binlerce ölü. Sağdan, soldan, askerden, gerilladan, İslamcıdan her kesimden.

Deniz Gezmişler, Sabahattin Aliler, Mustafa Suphiler, Atıf Hocalar, Şêx Saidler, Saîdî Nursiler, Gün Sazaklar, Adnan Menderesler, Adnan Kahveciler, Vedat Aydınlar, Musa Anterler, Uğur Mumcular,  Doğan Özler, İzzettin Yıldırım Hocalar ve daha yüz binlerce insanımız  ...
Erdal Eren adlı gencecik insanın katli herkesin yüreğini burkuyor.

Ama ben şahsen Erdal Eren’in yaşını büyütüp astıran paşa’ya bile acıyor ve üzülüyorum. Şu an Ergenekon Terör Örgütü suçlamasıyla içerde yatanlar ve başka mahkemelerde yasadışı bir şekilde insan öldürdüğü iddiasıyla yargılanan rütbeli askerlerin bile bu Ulasal ve uluslararası  sistemlerin kurbanı olduğuna inanıyorum.  Kürtlerin sorununu ulusal ve uluslararası bir sisteme dönüştürüp binlerce insanı bu davanın katili ve maktulü haline getiren sistem ve çarklar gibi.

SONUÇ

Yeni bir sayfa açmaktan başka seçenek yok.

Bugün yüzleşme, bir dönemin sorgulanması, gerçeklerin gün ışığına çıkarılması “ Toplumsal barış  ve “ama”sız demokrasi” ihtiyacı çok daha gerekli ve acildir.

Ama siyaset kurumuna etki etmeden; sanatçılar, bilim adamları, sendikacılar, öğrenciler, işadamları kısaca tüm halk sürece dahil olmadan barışı ve toplumsal uzlaşmayı nasıl sağlayabiliriz?

Siyasetçilerin daha da cesur olabilmesi için her kesimin fedakarlık göstermesi, sürece dahil olması, “Değerlerinden ve doğrularından” ödün vermesi gerekmez mi?